Karatay’ın söyleyemedikleri

Google arama motoruna “Canan Karatay” yazıp son bir haftalık girişlere göz attığınızda, her zaman olduğu gibi Karatay’ın beslenme üzerine “yeni” tavsiyelerini görüyorsunuz. Genç erkeklere “turpu veya havucu çiğ olarak beyaz peynirle beraber yiyin, yanına da zeytin koyun, düz duvara tırmanırsınız”, genç kızlara da “fıstık yerseniz, fıstık gibi olursunuz” demiş.

Karatay’ın hızına yetişebilmek mümkün değil. Bir gün paça çorbası için der, bir gün şeker en tatlı zehirdir der, başka bir gün gazlı içeceklerden, paket meyve sularından uzak durun der. Açıkçası Karatay her gün “yeni” bir şeyler söylediği için bütün önerilerini bilemiyorum, fakat Karatay’ı popüler bir figür haline getiren “Karatay diyetinin”, piyasada dolaşan diyetler arasında en iyisi olduğunu biliyorum.

Karatay diyetini diğerlerinden ayıran, aslında bir “sağlıklı beslenme” önerisi olmasıdır. Diğer diyetlerde olduğu gibi “zayıflatma” iddiası yoktur, ancak zaten sağlıklı beslenirseniz ve haftada 3 – 4 gün yürüyüş yapmaya çalışırsanız, muhtemelen zayıflamak için çareler aramak zorunda kalmazsınız. Fakat bu, günümüz koşullarında toplumun onda dokuzu için mümkün mü? Bu sorunun yanıtı Karatay’ın söylediklerinde değil, “söylemediklerinde”.

TÜRKİYE’DE İNSANLAR NE YİYOR?

Türkiye’de insanların ne yedikleri bir sır değil. Başta TÜİK olmak üzere birçok kurum bu konuda, çok güvenilir olmasa da, veriler sunuyor. Buna göre Türkiye’de insanların günlük gıdasının “aslan payını” karbonhidratlar oluşturuyor. Günde kişi başına ortalama 383,5 gram ekmek, 143 gram patates ve 90 gram şeker yiyormuşuz. Buna 33 gram bulgur ve 23 gram makarnayı da eklerseniz takım tamamlanır.

Proteinlere gelince, rakamlar günde kişi başına ortalama 100 gram et yediğimizi söylüyor. Bunun 61 gramı kanatlı hayvanların etlerinden, 22 gramı kırmızı etten ve 16 gramı balıktan geliyormuş. Günde kişi başına ortalama 180 gram süt ve süt ürünü tüketiyormuşuz. Bunlara 10 gram kuru fasulye, 12 gram mercimek ve 15 gram nohut eklerseniz, protein hesabını da büyük ölçüde tamamlamış olursunuz.

Sebze ve meyve tüketimi konusunda çok veri yok. Yağlara gelince, hayvansal yağlar konusunda da bir veri bulamadım, fakat günde kişi başına ortalama 50 gram bitkisel yağ (en çok ayçiçeği yağı) ve sadece 5,5 gram zeytinyağı tüketiyormuşuz.

Kuşkusuz bu tablonun tarihsel, kültürel, sosyolojik vb birçok açıklaması olabilir, ancak sadece rakamlara bakarak “ekonomik” boyutunu açıkça görebilirsiniz. Türkiye’de insanlar gıda gereksinimlerinin en büyük kısmını, “en ucuza” sağlayabildikleri karbonhidratlı besinlerden sağlıyor. Çünkü diğerlerini almak için paraları yok. Üstelik toplumun geliri en düşük yüzde 20’lik dilimi, gelirinin neredeyse “yarısını” gıdaya harcadığı halde durum böyle. Yani kimse “boğazından kısmıyor”.

DÜNYANIN OLASI EN SAĞLIKSIZ BESLENME DESENİ

Türkiye’de insanların ana gıdasının “buğday” olduğu ve buğdayın da içindeki bütün yararlı besin ögelerinin “arıtılıp” yalnız nişastalı kısmının kullanıldığı düşünülürse, beslenme desenimizin yeryüzündeki olası en sağlıksız beslenme deseni olduğu söylenebilir.

Karatay diyeti ise, piyasadaki diğer diyetlerden farklı olarak, neredeyse tamamen diyetteki “karbonhidrat miktarını” azaltmaya dayanıyor. Bu anlamda Karatay diyetinin Türkiye’nin “mevcut” sosyoekonomik koşullarında uygulanması en zor diyet olduğunu söyleyebiliriz. Karatay, neredeyse toplumun yüzde 90’ının “temel” ve en az yüzde 10’unun “tek” gıdası olan ekmeğe savaş açmış durumda. 

Karatay’ın sabah kahvaltısına bakalım: “2 yumurta, 10 zeytin, beyaz peynir, 4 kayısı kurusu, 1 avuç ceviz içi ve bitki çayı”. Bugün bu yazıyı okuyan gençler inanmakta zorlanabilirler fakat 1970’lerin yerli filmlerinde bu menüyü, Türkiye’nin en yoksul ailesinin sofrasında dahi görebilirdiniz. Bugün kapitalizm dünyayı öyle bir hale getirdi ki, 1970’lere kadar dünyanın bazı coğrafyaları dışında insanların çoğu için “normal, sıradan, gündelik” olan, yirmi birinci yüzyılda dünyanın her yerinde insanlığın onda dokuzu için “lüks” haline getirildi, erişilemez kılındı. İşte Karatay’ın “söylemedikleri” arasında en önemlisi bu.

Şimdi Karatay’ın sabah kahvaltısı için önerdiklerini “her sabah” sofraya koyabilmek için, TÜİK verilerine göre Türkiye’nin en yüksek yüzde 20’lik gelir diliminde olmak gerekiyor. Belki bir veya iki alt dilimlere girenler de, bu kahvaltıyı ancak hafta sonları yapabilir. En alttaki iki dilime bu menüyü önermek ise, “küfür” olarak kabul algılanabilir, dikkatli olun!

Bu menü içindeki en pahalı gıda ceviz gibi duruyor. En son ceviz aldığımda kilosu kabuklu 30, kabuksuz 70 liraydı. Fakat şimdi size biz çocukken sokaklarda “ceviz oynardık” desem? Bugün bir çocuk evdeki cevizleri oyun için sokağa çıkartsa annesi ne der acaba?

KAHVALTI

BESLENME VE SAĞLIK

Çağımızda “beslenmeyle ilişkili” hastalıklarda görülen hızlı artış, insan diyetinin niteliksizleşmesiyle doğrudan ilişkili. Beslenmeyle ilişkili sağlık sorunları arasında Karatay’ın konuşmalarında üzerinde en çok durduğu aşırı kilo ve obezite, kalp hastalıkları, diyabet ve bazı kanserler ilk sıraları alıyor. Yine niteliksiz diyet, mikrobesin eksikliği üzerinden bağışıklık sistemini etkileyerek, insanların enfeksiyonlara karşı doğal savunmasını zayıflatıyor. 

Ancak Karatay’ın söylemediği bir şey daha var: bu sorunlardan “herkes” eşit düzeyde etkilenmiyor. Bunlardan günümüzde en çarpıcı olan “obezite”. Obezite başlarda sanıldığı gibi “çok yemekten kaynaklanan bir zengin hastalığı” değil, “niteliksiz yemekten kaynaklanan bir yoksul hastalığı”. O kadar ki, bugün ABD’de obez olmakla yoksul olmak özdeşleşmiş durumda. Belki Karatay kendi hastaları üzerinde dahi küçük bir epidemiyolojik çalışma yapsa, bu durumu bilimsel bir yayın olarak ortaya koyabilirdi.  

Kalp hastalıkları için de durum böyle. Ben tıp fakültesinde öğrenciyken, Kardiyolog Profesör Mithat Özer koroner hastalıkları anlatırken, akşam ağır bir yemekten sonra fenalaşan “işadamı” örneği verirdi. Oysa İngiltere’de yapılan epidemiyolojik çalışmalar, koroner hastalıkların yoksullarda zenginlerden çok daha sık görüldüğünü ortaya koydu. Bugün bunun hemen bütün kronik hastalıklar için geçerli olduğunu biliyoruz.

Epidemiyolojik çalışmalar beslenmeyle ilişkili sağlık sorunlarının, dünyanın geri bıraktırılmış coğrafyalarında hızla arttığını gösteriyor. Dünya Sağlık Örgütü, 2005 yılında yayınladığı “Kronik Hastalıkları Önlemek: Yaşamsal Yatırım” başlıklı raporunda, dünyanın en yoksul ülkelerinde kalp hastalıklarından ölenlerin sayısının, zengin ülkelerde bu hastalıklardan ölenleri aştığını bildiriyordu. Aslında Karatay’ın bunları bilmemesi mümkün değil, konuşmalarında bunları söylemediğine bakmayın…

Kuşkusuz sorunun resmi raporlara çok yansımayan bir “sınıfsal” boyutu da var. Beslenmeyle ilişkili hastalıkların toplum içinde dağılımına bakıldığında, bu sorunların “emekçiler” arasında yoğunlaştığı görülüyor. Gerçi Karatay hocanın işin burasına girmesini beklemek, fazla iyimserlik olurdu, ancak Karatay’ın da bunun farkında olduğundan eminim.

YOKSULLAŞMA VE BESLENMENİN NİTELİKSİZLEŞMESİ

Beslenmenin niteliksizleşmesi, 1970’li yıllardan itibaren dünyada işçi sınıfı hareketinin gerilemeye başlaması ve 1990’larda sosyalizmin çözülmesiyle birlikte yaygınlaşan insanın kapitalizme “mahkum” olduğu algısıyla doğrudan ilişkili. Sermaye, kendisini daha “güvende” hissettiği bu ortamda, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında emekçilere vermek zorunda kaldığı tavizleri (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb) geri alırken, emekçileri daha düşük ücretlerle, daha uzun saatler çalıştırmaya cüret edebildi.

Bugün yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada insanların “algıları” egemen sınıflar tarafından yönetiliyor ve son 50 yıldır emekçilerin küresel ölçekte yaşadığı “yoksullaşma” algı düzeyinde gizleniyor. Bugün gençlerin çoğunun, günümüzde insanların 50 yıl öncesinden çok daha “zengin” olduğunu sanmasının nedeni bu. Oysa bugün birçok gencin hayalini süsleyen ABD’de dahi, emekçilerinin gelirlerinin enflasyon karşısında eridiğini biliyoruz.

ABD’de asgari ücret 1973 yılında 4 dolardı, bugün bunun “iki katına” yakın; yani ABD’li işçi son 50 yılda iki kat zenginleşmiş görünüyor, fakat 1973 yılındaki 4 doların satın alma gücü, bugünkü rakamlarla 30 dolar olarak hesaplanıyor. Yani Amerikalı işçi 1973 yılına göre bugün saati 30 dolar alsaydı bile, geliri artmış sayılamayacaktı. Oysa bugün bunun sadece “dörtte birini” alabiliyor.

Türkiye’yi de ben kendimi babamla kıyaslayarak örnekleyeyim. Devlet memuru olan babam 1978 yılında emekli olduğunda, emekli ikramiyesiyle İstanbul’un iyi bir semtinde bir ev ve ikinci el bir araba almış, yaşamının sonuna kadar emekli maaşıyla geçinmiş, bu arada beni üniversitede okutmuştu. Ben iki yıl önce emekli olduğumda aldığım ikramiye, babamın aldığı evin “tek odasını” almaya yetmiyordu. Ben çok şanslıydım, çünkü oğlum ben emekli olduğumda üniversiteyi bitirmişti, aksi halde emekli maaşımdan ona katkı yapamazdım.

Günümüzde küresel ölçekte emekçilere dayatılan düşük ücret ve uzun mesai saatleri, emekçileri beslenme alışkanlıklarını değiştirmeye zorlayan ve beslenmenin niteliksizleşmesine yol açan en önemli faktörlerdir. Gelirleri azalan emekçiler, kalori gereksinimlerini daha ucuza satın alabildikleri karbonhidratlardan temin etmeye yönelmek zorunda kaldılar. Mesai saatlerinin uzaması da, emekçilerin kendileri için yemek hazırlama zamanlarını kısaltarak, öğünlerinde sağlıksız “hazır” gıdalarla ağırlık vermelerine yol açtı.

Ancak bunların hepsi “sonuç”. Daha “derinlerde” bu sonuçları üreten başka nedenler var. Bunlar da kısaca, son 50 yılda tarımda kapitalistleşmenin geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde artması ve buna bağlı olarak küresel ölçekte gıda üretimi, tedarik ve dağıtımının radikal biçimde değişimidir.

TARIMSAL ÜRETİM VE SAĞLIK

Birçok uzman gıda üretimindeki radikal değişimi, 1980’li yıllarda emperyalizmin dünya emekçilerine dayattığı “yapısal uyum” programlarına dayandırıyor. Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok coğrafyasında faşist – askeri diktatörlükler tarafından yürürlüğe konan bu politikalarla, tarımsal üretimde öncelik, ülke nüfusunun gıda gereksinimini karşılamak yerine, dünya pazarlarıyla bütünleşmeye verilmeye başlıyor.

1994 yılında GATT, tarihte ilk kez uluslararası gıda ticaretine kurallar getirerek, gıda üretimine büyük tekeller lehine doğrudan müdahale ediyor. Tarımın “piyasalaştırılması” diyebileceğimiz bu süreç, tarım üretiminin ihracat teşvikleri veya sübvansiyonlar gibi uygulamalarla tamamen “sermayenin gereksinimlerine” göre yeniden yapılanmasıyla sonuçlanıyor.

Tarımın liberalleştirilmesi, bir yanda uluslararası gıda ticaretini arttırırken, diğer yanda ulusüstü şirketler doğrudan yatırımlarla hızla bu alana giriyor. Bu sürecin ilk önemli çıktısı, 2000’li yıllarda işlenmiş gıda ticaretinin, temel tarımsal ürün ticaretini aşmasıdır. Bu gelişme, özellikle kentsel alanlarda yaşayan emekçilerin, gıda temin etmek için alışveriş yaptığı mekanların raflarında, taze gıdalardan çok işlenmiş gıdalar “bulunması” anlamına geliyor.

Karatay hocanın bu “derinliğe” dalmasını beklemiyoruz, fakat en azından alışveriş mekanlarında taze meyve ve sebzelerin, sağlıklı gıdaların artık mekanların çok küçük bir bölümünü işgal ettiğini, buna karşılık kendisinin de yakındığı sağlıksız gıdaların, neredeyse mekanın bütün raflarını, hem de gerçekten çok ucuz fiyatlarla doldurduğunu görmemesi olanaksız. Demek bu konuyu üzerine konuşmaya değer bir konu olarak görmüyor. Oysa Karatay hoca süpermarket sahiplerini ara sıra “neden raflarınızı abur-cuburla dolduruyorsunuz, atın çabuk onları dışarı, yerine kereviz koyun, ceviz koyun” diye azarlasa hoş olmaz mıydı?           

KARATAY HOCA ÇOK DAHA İYİSİNİ YAPABİLİR

Toplum içinde birçok kesim, meslek örgütleri vb Karatay’ı genellikle “söyledikleriyle” (olumlu ya da olumsuz yönde) yargılıyorlar. Oysa insanlar yalnızca söylediklerinden değil, “söylemediklerinden” de sorumludur ve yalnız söyledikleriyle değil, “söylemedikleriyle” de yargılanır.

Bir aydın, bir akademisyen ve bir kardiyoloji uzmanı olarak Karatay, beslenme konusundaki sorunlara çok daha “derin” yaklaşabilir. Özellikle toplumun beslenme konusunda en çok sorun yaşayan emekçi kesimlerini “bilinçlendirmekte” çok etkin bir rol oynayabilir.  

Akif Akalın