Genç hekimin Soner Yalçın'a mektubu üzerine

Eren Öztürk’ün “Kara Kutu” ile ilgili Soner Yalçın eleştirisini okuyunca insanın zayıflamış umutları depreşiyor. Bilimsel ve sosyal konularda pek çok akademisyenin ilgi ve bilgi düzeyini gördükçe, bir tıp öğrencisinden böyle nitelikli bir yazı okumak sevindirici bir şey. Yalnızca ilgi, bilgi ve duyarlılık yok, aynı zamanda dili ve kurgusuyla da iyi bir makale. 

Aşılar konusundan başlarsak: Önce son 100-120 yıldır insanın yaşam süresi neden bu kadar devrimsel oranda uzadı sorusunu sormak gerekir. Bunu birçok başka kitap dışında özellikle Dr. Akif Akalın’ın çevirdiği ve yazdığı “toplumcu tıp” kitaplarından öğreniyoruz. İnsan yaşamının uzamasında ilk büyük sıçramayı yaratan şey, tıpla doğrudan bağlı görülmeyecek, ama göbekten bağlı bir gelişmedir. İngiltere ve Batı Avrupa’da geniş yoksul kesimlerin yaşadığı semtlere temiz su ve kanalizasyon götürülmesi! O mahallerin ve o evlerin en temel düzeyde sağlıklı hale getirilmesi… 

İnsanın ortalama yaşamında devrimsel oranda sıçrama yaratan öteki iki şey ise 1- Antibiyotikler, 2- Aşılardır. İşte Soner Yalçın’ın bilerek ya da bilmeden saldırdığı iki şey sosyal tıbbın ya da halk sağlığının en büyük iki silahıdır. 

Soner Yalçın’ın antibiyotikler hakkında söylediği birçok şey gerçi doğru. Son elli yıldır leblebi çekirdek gibi tüketilmesi, gerek vatandaşın, gerekse doktor ve eczacıların aşırı ve kötüye kullanımları ciddi sorunlar yaratmakta. Ancak zaten o konuda, beğenmediğimiz devlet bile ciddi önlemler alıyor. Sayın Soner Yalçın her konuda olduğu gibi bu konuda da bazı temel doğrularla birtakım kulaktan dolma yanlış bilgileri ve şehir efsanelerini harmanlayarak ilgi uyandırmayı seçiyor. Ne var ki bu taktik o bahsettiği doğruları itibarsızlaştırıyor.  Birtakım ilaçların yan etkilerinden dolayı sonradan yasaklanması, ilaç şirketlerinin aşırı kâr hırsıyla insan sağlığını riske atması, yaşanan gerçekler. Fakat tüm bunlar uyanıklığı, sorguyu, sosyalist bir tıp anlayışını doğurmalı. İlaçlara karşı genel bir güvensizliğe, tüm antibiyotiklerin “tu-kaka” ilan edilmesine yol açmamalı. Bilimin sorunları o bilim ne kadar yolundan sapsa da bilim içinde çözülmeli. 

Eren Öztürk’ün “modern tıbbın sorunlarının” “modern tıp dışı yöntemlerle” nasıl çözüldüğüne, daha doğrusu çözülemediğine dair yaklaşımı ve örnekleri gayet yerinde. 

Aşı muhalifliği ise bu çözümsüzlüğün en uç, en sorumsuz noktası. Fakat elbette aşılar da bilimsel anlamda tartışılmalı, onun da aşırı ve kötüye kullanımları önlenmeli. Ne var ki özellikle bizim gibi ülkelerde bu konu kişisel inisiyatiflere asla bırakılmamalı. Çünkü salgın hastalıklar kişisel ve özel karar alanları değildir. Öztürk’ün belirttiği gibi aşıları daha önce yapabildiğimiz gibi kendimiz üretmeliyiz. Sadece aşıları değil mevcut ilaçları ve yeni bulacağımız ilaçları da ülke olarak kendimiz üretebilmeliyiz. Soner Yalçın’ın da uyarısı doğrultusunda ilaç kalitelerini sürekli denetleyebilmeliyiz. Tüm bunlar hem doğrudan ölüm-kalım meselesidir, hem maliyet hesapları, ilaca ulaşılabilirlik ve ülke bağımsızlığı ile ilgili temel sorunlardır. 

İKİ İTİRAZIM VAR

Fakat değerli Öztürk’e iki noktada itirazım var. Biri gebelerde şeker yükleme testi ile ilgili. Epey bir süredir bu konuyu tartışıyoruz, “şeker yüklemeci” doktor arkadaşlar henüz beni ikna edebilmiş, sorularıma tatmin edici bir cevap vermiş değiller. Bilimsel iddiadaki argümanları şu: Gebelerde diyabet ortaya çıkacaksa kritik bir 5-6 haftalık dönemde çıkma olasılığı yüksekmiş. İşte o dönemde yapılan şeker yükleme testi ile erken tanı sağlanabiliyormuş. Gebenin ve ceninin sağlığı bu şekilde korunuyormuş. Peki bu kritik 5-6 haftalık dönemin son gününü nasıl saptayıp o günde test yapıyorlar? Hiç de öyle bir şey yapmıyor, herhangi bir günde yapıyorlar. O halde test yapıldıktan sonraki günlerde, haftalarda diyabet ortaya çıkarsa ne olacak? Üstelik diyabet illa o en yüksek olasılıklı dönemde çıkmayabilir, sonraki haftalarda da çıkabilir. Şeker yüklemesi negatif çıkan gebe bu yöntemle demek ki kendini sağlıklı sayacak ve aylarca diyabetle birlikte yaşayacak. Oysa bunun yerine önerdiğimiz şey son derece ucuz bir seçenek olarak açlık kan şekeri düzeyi ölçümünün gebelik boyunca birkaç haftada bir yinelenmesi. Ayda bir de hemoglobin A-1c ölçümü yapılırsa iş taçlanır. Ancak sadece şeker ölçümü bile yeterli. Uygulanırsa çok daha iyi sonuçlar alınabilir. 

Testte verilen ve o “az” denen şeker miktarı hiç de az değil ve kadın doğum uzmanlarının vermeyi pek sevdiği “bir dilim pasta” örneği yanıltıcı. Miktar hem fazla ve hem de bir dilim pastadan çok farklı bir içerik söz konusu. Üstelik bu test sıkça gördüğümüz gibi bir kez değil, birçok kez de yapılabiliyor. Yüklemeyle diyabeti gösteren miktar neden kendi başına diyabeti tetiklemesin? Modern tıbbın başta radyolojik tetkikler olmak üzere sıklıkla kötüye kullandığı tüm agresif tetkik yöntemleri sorgulanmalı. 

Bazı ülkeler bu yöntemi uygulamıyor. Örneğin toplum sağlığında örnek ülke Küba’da sadece riskli gebelere uygulanıyor ve o bile tartışılıyor. 

İkinci itiraz noktam ise değerli Öztürk’ün şu sözüne: “Emin olun, ilaç endüstrisi en çok sağlık camiasında eleştiriliyor.” Keşke öyle olsaydı. Bizler “Tıp Bu Değil” kitaplarının yazarları olarak bu konuları yıllardır gündeme getirmeye çalıştığımız halde üstünü en çok örten, en çok görmezden gelen, gargaraya getirmeye çalışan doktorlar ve sağlıkçılar oldu. Doğrudur, birtakım siyasi bildirilerde, TTB’nin kimi söylemlerinde yoğun bir anti-kapitalizm var gibi… Ama sadece “gibi”. Biz on yıllardır mücadele ediyoruz, hekimler hem de “muhalif” hekimler arasında ne aşırı tetkike, ne aşırı teşhise, ne aşırı tedaviye hevesi önleyebildik ne de koruyucu hekimliğe, sosyal tıbba bir eğilim yaratabildik. 

Çok ağır ve neredeyse hakarete varan eleştirilerimize karşın hala medikal şirketler sponsorluğunda kongreler dışında “bilimsel kongre” yok gibi… Ve hekimler bireysel olarak ve de örgütsel anlamda uzmanlık dernekleri ve onlardan aidat alan TTB vasıtasıyla bundan nemalanmaya devam ediyorlar. Böyle bir ortamda bilim ve bilimsel tartışma ne derece güçlenebilir? 

Hüsnüniyetin (iyiye yorma ve yorumlamanın) karşılığını gerçekte bulmasını elbette tüm kalbimizle dileriz. Konuya bu yaşta Eren Öztürk gibi nitelikli bakanların sayısı arttıkça belki o günleri göreceğiz. O konuda genç sağlıkçılara, doktorlara büyük iş düşüyor. 

Yine de tıp ve sağlık işleri sadece doktorların konuşacağı bir tabu değildir. Öztürk belirtmiş: Toplum da bilinçlenmeli ve bilinçli hastalar istiyoruz. Akalın’ın sık yinelediği gibi: “Sağlık sadece doktorlara bırakılamayacak kadar ciddi bir konudur.” Toplum, halk bilinçlenmeli, örgütlenmeli, kendi sağlığı için baskı gücü oluşturmalı. Devlete karşı, politikacılara karşı ve tabii doktorlara karşı da bir baskı gücü oluşturmalı. Örneğin güçlü biçimde şu sesi yükseltebilmeli: “Sigaraya karşı büyük kampanyalar ve devamlı bir karşı propaganda yapıyorsunuz. Güzel ve doğru. Ama o konuda gerçekten samimiyseniz fabrikaların baca filtresiz çalışmasına nasıl izin veriyorsunuz?” 

Bunu diyecek kitle Soner Yalçın kitaplarıyla oluşmaz. Aksine oluşacağı varsa da oluşmaz. 

Kaan Arslanoğlu

Yorumlar

Adrianphery (doğrulanmamış) Çar, 06/08/2025 - 14:50

While manufacturers continue to tweak their products to overcome the stigma of ultraprocessed foods, nutritionists suggest consumers move forward in choosing products that help the planet — as long as they keep reading the nutrition label.

“I would look for something with a good fat composition in which saturated fat is less than a third of the total fat,” Willett said. “Some vegetable burgers made from peas and legumes can be quite starchy, which the body breaks down similarly to sugar, so I would prefer to see alternatives with more healthy fat, more nuts, more soy.”
[url=https://tripskan.org]tripscan[/url]
While the Dietary Guidelines for Americans call for a limit of 2,300 milligrams of sodium per day for adults, “the American Heart Association recommends a limit of 1,500 milligrams for adults over 50, which is the standard I prefer,” Willett said.

“Look for about 1 milligram of sodium per calorie, which is a pretty good criteria,” he added. “In general, salt and saturated fat are the two really important factors — along with something that’s flavorful or delicious, which is, of course, up to the consumer.”
https://tripskan.org
трип скан
One more key point from Willett: Before plant-based meats can truly help save the planet, they need to come down in price.

“These products are quite a bit more expensive, from what I’ve seen, than basic hamburger,” he said, “and we really need products that are price competitive with the beef and pork if we’re going to see them used on a daily basis, not just by people who can afford it.”

DichaelHiend (doğrulanmamış) Çar, 06/08/2025 - 16:54

you are in reality a excellent webmaster. The site loading pace is incredible. It kind of feels that you are doing any unique trick. In addition, The contents are masterwork. you've performed a fantastic task on this subject!
<a href=https://trovarefarmaciamiglioreprezzo.com/>Cerca il prezzo migliore adesso</a>

Albertner (doğrulanmamış) Çar, 06/08/2025 - 18:35

Just when we thought the Coldplay Jumbotron controversy had run its course, Gwyneth Paltrow has entered the chat.

The Academy Award-winning actress and Goop founder appeared in a new – and very funny – ad for Astronomer, the tech firm whose former CEO and human resources chief launched a million memes after being shown on a Jumbotron at a Coldplay concert last week.
[url=https://trip36.win]трипскан сайт вход[/url]
“I’ve been hired on a very temporary basis to speak on behalf of the 300-plus employees at Astronomer,” Paltrow said in the clip shared on the company’s Instagram on Friday night, adding that Astronomer had received “a lot of questions over the last few days.”

In addition to her other hats, Paltrow, of course, is also the famously “consciously uncoupled” ex-wife of Coldplay frontman Chris Martin, who at a concert in Boston last week inadvertently revealed an intimate moment between two top executives at Astronomer – who were seen embracing but immediately ducked from view – during a performance of Coldplay’s “Jumbotron Song.”
https://trip36.win
tripscan войти
“Whoa, look at these two,” Martin quipped at the time. “Either they’re having an affair or they’re just very shy.”

The moment caused a major internet sensation and an immediate spotlight on Astronomer. Both executives shown in the video have since resigned.

In the clip featuring Paltrow on Friday, the “questions” she addresses do not deal with the controversy, but rather the tech-focused business dealings of New York-based firm Astronomer.

The clip’s caption read simply, “Thank you for your interest in Astronomer.”

Darrellarelt (doğrulanmamış) Çar, 06/08/2025 - 23:29

While manufacturers continue to tweak their products to overcome the stigma of ultraprocessed foods, nutritionists suggest consumers move forward in choosing products that help the planet — as long as they keep reading the nutrition label.

“I would look for something with a good fat composition in which saturated fat is less than a third of the total fat,” Willett said. “Some vegetable burgers made from peas and legumes can be quite starchy, which the body breaks down similarly to sugar, so I would prefer to see alternatives with more healthy fat, more nuts, more soy.”
[url=https://tripskan.org]tripscan войти[/url]
While the Dietary Guidelines for Americans call for a limit of 2,300 milligrams of sodium per day for adults, “the American Heart Association recommends a limit of 1,500 milligrams for adults over 50, which is the standard I prefer,” Willett said.

“Look for about 1 milligram of sodium per calorie, which is a pretty good criteria,” he added. “In general, salt and saturated fat are the two really important factors — along with something that’s flavorful or delicious, which is, of course, up to the consumer.”
https://tripskan.org
tripscan войти
One more key point from Willett: Before plant-based meats can truly help save the planet, they need to come down in price.

“These products are quite a bit more expensive, from what I’ve seen, than basic hamburger,” he said, “and we really need products that are price competitive with the beef and pork if we’re going to see them used on a daily basis, not just by people who can afford it.”

Jamesdix (doğrulanmamış) Per, 07/08/2025 - 07:41

When British traders landed on India’s shores in the 1600s, they arrived in search of spices and silk but stayed for centuries – leaving behind a legacy that would shape the nation long after their colonial exploitation ended: the English language.

Over the centuries, English seeped into the very fabric of Indian life – first as a tool of commerce, then as the language of law and, eventually, a marker of privilege.
[url=https://trip36.win]трипскан[/url]
Now, after more than a decade of Hindu-nationalist rule, Prime Minister Narendra Modi’s Bharatiya Janata Party (BJP) is mounting perhaps the most significant challenge yet to the language’s place in India.

“Those who speak English will soon feel ashamed,” Home Minister Amit Shah said last month, igniting a heated debate about national identity and social mobility in the polyglot nation of 1.4 billion.

While Shah did not mention India’s former colonial masters, he declared that “the languages of our country are the jewels of our culture” – and that without them, “we cease to be truly Indian.”
https://trip36.win
трип сайт
Spoken behind the walls of colonial forts and offices, English in India was at first the language of ledgers and treaties.

But as British rule expanded from the ports of Gujarat to the palaces of Delhi, it became the lingua franca of the colonial elite.

At independence, India faced a dilemma. With hundreds of languages and dialects spoken across its vast landscape, its newly appointed leaders grappled with the question of which one should represent the new nation.

Hindi, the predominant language in the north, was put forward as a candidate for official language.

But strong resistance from non-Hindi-speaking regions – especially in the south – meant English would remain only as a temporary link to unite the country. It’s a legacy that endures to this day – and still rankles some.

“I subscribe to the view that English is the language of the colonial masters,” Pradeep Bahirwani, a retired corporate executive from the southern city of Bengaluru, said, adding: “Our national language should be a language which… has got roots in India.”

Yeni yorum ekle

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.